Sayfalar

Çarşamba, Mayıs 25, 2016

Dügün



 Tek amacım marketten bira almaktı. Akşamüstüydü. Fakat çok geç de değildi. İçim sıkılıyordu. Aslında kötü bir ruh hali içersindeydim. Biriyle buluşmuştum ve bu biriyle bir daha buluşamayabilirdim. Buna rağmen içimden gelen her şeyi söyleyememiştim ona. Sadece bakmıştım, çok bakmıştım. Yüzündeki her kıvrımı ezberlemek istiyordum.  Fakat çok baktığımın farkına varmasın diye, bazen de onun hemen ardındaki ekranda -ya da yansıda, adı neyse işte-  devam eden  bir filme uzun uzun baktım ve filmle dalga geçmeye başladım. Mağrur gözükmek istiyordum. Bunları anlatarak sizi de sıkmak istemiyorum. Pek ilginç olmayan şeyler.
 
 Başkalarına karşı pek olmasa da, kendime karşı ekonomik olarak sorumlu biri olduğumdan beri -ki pekçok insan buna ''yetişkin'' diyor - çok mutsuzum. Yetişkinim artık...Fakat niye hala ızdırap duyuyorum. İçimde mütemadiyen bir mutsuzluk ve bu statüye, yani yetişkinlik müessesesine  isyan hali var. Belki de içimde biri var, hala bir çocuk var. Bu çocuk büyük gibi hissediyor, büyük gibi davranıyor. Fakat bu bir çocuk! Sıkılıyor, üşeniyor, aşık oluyor, karşılık bulamıyor, kadınlar hamamını merak ediyor... Öhö' öhöm! pardon. Sıkılıyor, üşeniyor, aşık oluyor, karşılık bulamıyor...
  
 Dediğim gibi bira alacaktım. Cebimde sadece 200'luk bir kağıt vardı. Bankamatikten yeni çekilmiş, yeni bir  200'luktu bu, gıcır gıcırdı. Sürtünce hışır hışır eden nefis bir kağıt.  Ben onlara bu kağıdı vercektim, onlar da bana biraları... Bence adil bir ticaret. Şu sıralar havaların sıcak olmasına rağmen, akşamüzeri  olduğundan insanı hafif titreten ama bir o kadar da tatlı, rahatsızlık vermekten ziyade; insanın içini uyuşturan, hafif bir ayaz çıkmıştı. Keyifle ellerimi cebime soktum ve cebimdeki 200'lüğe güvenerek  yürüyordum. Ta ki yolumun üzerindeki Şan Düğün Salonu' nun önüne kadar. Duraksadım. Kapanın önünde telefonlarıyla konuşanlar, sigara içenler ve birkaç koşuşan çocuk vardı. Çocuklardan biri dikkatimi çekti, çocuk değildi aslında o; çocuk gibi bir şeydi. O koşmuyordu bilakis yüzünde mağrur bir ifadeyle  koşan ''çocuk gibi olan çocuk''lara tiksintiyle bakıyordu. 
 
 Gerçekten dikkat  çekmeyecek gibi değildi  bu takım elbise giydirilmiş, tombul çocuk. Pembe gömleği, parlak gri ceketinden daha tatlıydı.  Aynı renkli kravatı... Evet, evet!  Papyon değil kravat vardı boynunda. Dudağının hemen üstünde siyah bir gölge.. Baya bayaa bıyıkları vardı bunun... Elleriyle kemerini yukarı çekiyordu, sıkılgan bir tavırla... Belki ilk giydiğinde çok hoşuna gitmişti bu kıyafet. Büyümüştü artık, saygı gösterilecekti ona. Dilediğini yapabilecek gibi hissetti, hevesle giydi üzerindekileri. Fakat şimdi sıkılmıştı belki bu ceketten, bu kravattan. Yetişkinlik sandığı gibi rahat değildi... ''Hah!'' dedim,  ''İşte! içimdeki şey tam olarak bu!''  
 
 

 
 Gülümsedim içimdeki çocuğa, öyle kala kaldım. İçeri geçiyordu içimdeki çocuk... İçeriden davul sesleri, çoşkulu bağırışmalar, kahkahalar yankılanıyordu. Kapı girişi kırmızı- mavi çeşitli ışıklarla Çin keranesi gibi ışıklıydı. Yere düşürülmüş bir düğün davetiyesi gördüm. Üzerindeki isimlere baktım ''Zeynep & Ahmet''.  Davetiyeyi yerden aldım. Çok geçmeden ben de içerdeydim.  Düğün, zaten devam ettiği için kapıda beni karışılayan birileri olmadı.
    
   Zeynep kim, Ahmet kim; bilmiyorum. Bunu neden yaptığımı da bilmiyorum ya da nasıl cesaret ettiğimi de. Ama buradaydım işte; kimin, kimlerin olduğunu bilmediğim bu düğünde... Heyecanlanmıştım, lakin oldukça şendim de. Şaşılacak bir şekilde iyi  hissediyordum.  Fakat şu ikisine, Zeynep'le Ahmet'e baktığımda onların benim ve piste oynayan akrabaları-yakınları gibi olmadıklarını görüyordum. Düğün onlarındı fakat onlardan başka herkes eğleniyordu. Bu ikisinin yüzünde ise ölü bir ifade ile kendileri için hazırlanmış masada oturuyoruyorlardı. Şaşkındılar belki. Kendi aralarında da pek konuşmuyorlardı ama.  Ahmet, sahnede oynayan ve kendilerini çoşkuyla selamlayan yakınlarını başıyla geri selamlıyordu yalnızca. Zeynep onu da yapmıyordu, tiksiniyor gibiydi.
 
  İçimdeki çocuğu göremiyordum, Nereye kaybolmuştu ? Devam eden bir düğünün ortasındaydım ve içimdeki çocuğu arıyordum... Varoluşsal arayışlara, psikolojik bir iç hesaplaşmaya sahne olacak bir yer değildi, düğün.. Şendi! İçimdeki sıkıntı kaybolmuştu artık.
 
 Düğünleri sever miyim? Iıığ... Hayır. Bildiğim kadarıyla ''hayır''dı. Şimdi bir düğündeydim  ve şendim. Aslında utanıp korkuyordum da bu yaptığımdan. Ama bu beni heyecanlandırmıştı. Bunun dışında düğünle ilgili bildiğim, duyduğum ve tecrübe ettiğim her şey önemsizdi. Uzun uzun ''düğün'' betimlemeleri yapmaya çalışabilirim. Lakin ''Halay çok komik bir şey bence ehehe.. ''  temalı bir kompozisyon yazma düşüncesinde değilim.
 
  Henüz evlenen bir arkadaşım yoktu. Yani yakın arkadaşlarımdan bahsediyorum. Akrabalarımdan ya da tanıdıklarımdan evlenen vardı tabii; ama dediğim gibi ya yakın değillerdi  ya da akranım. Gerçi şimdi düşününce benim pek fazla arkadaşım da yok. Bundan hiçbir zaman, herhangi bir biçimde şikayetçi olmamıştım. Lakin son günlerde bunu da düşünmüştüm. Neden azlardı? Az oldukları için  buradaydım belki de. Onlar  meşgul olmasalardı ya da ben  yaşadığım bu sevimsiz yerde, izole olmasaydım burada olmazdım.  Ya da hummaya tutuldum, ne yaptığımı bilmiyor, düşünmeden hareket ediyorum. Zira tanımadığınız birilerinin düğününe  bu şekilde dışarıdan girmek, düşündüğümden de tehlikeli olabilir. Bunu, takı töreni için sıralanan insanlar arasındayken farkediyordum. ''Ya beni takı hırsızı; ya da daha da kötüsü! Ya gelinin bir tür ''belalısı'' zannederlerse?! Bin yılın dayağını yemekle kalmam;  ayrıca bu yaptığımla şu evlenen iki insan evladının da düğününü mahvederim ki bunu hiç istemem. Yuva yıkanın yuvası olmaz demişler... Etrafıma ne kadar modern, ne kadar seküler, pozitif bilimlere gönül vermiş biri olarak gözükmek istesem de bu riski göze alamam...'' diye düşündüm. Takı kuyruğuna nasıl girdiğimi de  hatırlayamıyorum; herkes buraya yönelince ben de içimdeki çocuğu bulmak için kalabalığa yöneldim ve sırada kaldım galiba. 

 Aslında, söylemeyi unuttum, benim de bi kere düğünüm oldu. Şaşırdınız mı?  Oo, hayır. Tahmin ettiğiniz gibi değil. Bu düğün sadece benimdi! Ha bi de abimin...

 Evet, şimdi tahmin ettiğiniz gibi... 1997 yılıydı ve ben sünnet olmuştum. Düğünleri kadınlar daha çok sever ve ister. Ama bizim toplumumuzda erkeklerin iki kez düğünü olur... Ve  eminim ki; kız çocukları, sünnet olan oğlanları delice kıskanır... O günle ilgili hafızam pek berrak değil. Düğünden yalnızca bir gün evvel sünnet olmuştuk, bu sebeple üstümüzde yalnızca uzunca bir sünnet gömleği vardı. Henüz, tam iyileşmiş değildim  ve  bizim için hazırlanan yataktaydım. Tanımadığım insanlar yanağım yahut alnımdan öpüyor, para takıyolardı oldukça mağrurlardı ve fotoğraflarımız çekiliyordu. Altın takan da vardı tabii, onlar daha da mağrurdu. Ama altının cazibesi pek yoktu o yaşlarda benim için. Parayı biliyordum, altınsa pek bir şey ifade etmiyordu benim için. Sadece sarı küçük tenekeler. Takılan paralar gerçekten benim olcak zannediyor ve bir an önce paraları harcamak için gecenin bitmesi için dua ediyordum. Bunun dışında sıkılıp yataktan çıktığım da oluyordu. Altımda pantolon gibi bir şey, hatta don olmadığı için komik bir görüntü ortaya çıkmış olacak ki, küçük - büyük  herkesin beni görünce güldüğünü hatırlıyorum. uzun bir gömlek ve altımda sadece sargı bezi... 
 
 O geceden sonra takılan paraları bir daha görmedim. Belki de bundan dolayı düğünleri sevmiyorumdur... Takı sırasıyla ilgili tek anım tek tecrübem buydu. Bu sefer takılan değil, Takan olacaktım. Artık sünnet olmuş küçük bir çocuk değil, büyümüş para takacak bir yetişkindim. Sıra bana geldi. Mağrur bi şekilde elimi cebime attım; yepyeni 200'lüğü takacaktım. Para yoktu... Diğerine attım; onda da yoktu. Ben çifte hiçbi şey takamazken; habersizce   uzun kır saçlı, yaşlı fotoğrafçı ''amca'' tarafından fotoğrafımız çekildi. O tarafa baktım; içimdeki çocukla göze geldik, ''Asla büyüme lan...'' dedim.
                                                                                                  

Hiç yorum yok: