Her şey çok hızlı gelişmişti. Onunla, ortak bir arkadaşımız
-internet- sayesinde tanışmıştık. Hoşça muhabbet ediyor, eğleniyorduk.
Paylaşabileceğimiz çok şey vardı. İkimiz de ''the smiths''i çok
seviyorduk .Birbirimize deliler gibi en sevdiğimiz smiths şarkılarını
gösteriyor, ''komikli fotoğraf''larımızı atıyorduk. Kısa
sürede, arkadaşlığımız klasik bir ilişkiye doğru yönelmişti. Açıkça,
direkt olarak olmasa bile, birbirimizden hoşlandığımızı belirten
ifadeler kullanıyor, flört ediyorduk. uzun süren ''paslaşma''lar sonunda
buluşmaya karar verdik...
Nereye
gideceğimiz konusunda hiçbir fikrimiz yoktu.Ben şehrin bir ucunda; o da
diğer ucunda oturuyordu. Hatta düşünüce ''uzak mesafe ilişkisi'' bile
olabilirdi bu... Ortak bi yerde buluşmayı önerdim. O da bir masa lambası
alması gerektiğini, bu sebeble İKEA'ya gidip beraber lamba bakıp yemek
yiyebileceğimizi söyledi. Şimdi düşününce, daha ''İKEA'' lafını ilk
duyduğum anda işlerin nasıl gideceğini kestirmiş gibi bir ürperti
almıştı beni, fakat bu ürpertinin neden kaynaklandığını o anlaymamıştım.
Her neyse... Daha iyi bir fikrim olmadığı için kabul ettim. Buluşma
saati ayarladık.
Tahmin
edebileceğiniz gibi,ben tam kararlaştırdığımız saatte metro durağında
onu beklerken; o 25 dk. sonra gelebildi. Renk efektli fotoğraflarında
göründüğü kadar güzeldi.kumsal gibi saçları,deniz gibi gözleri
vardı.Fakat güzelliğinden beklenmeyecek derecede çekingen
gibiydi.Romanlarda anlatıldığı gibi sanki güzelliğinden utanıyormuş gibi
bi hali vardı.Bugüne kadar roman güzeli görmemiştim, benim gördüğüm
güzeller hepimizin bildiği mağrur güzellerdi.
Çok
hoş görünüyordu, neşeliydi. Ayrıca aşırı güzel kokuyordu. Hafifçe
birbirimize sarılıp yanaklarımızı değdirdik. Sarılma sırasında kokuyu
daha net alabiliyordum, gerçekten olağan üstü güzeldi bu koku. Ne çok
ağır ne de çok hafifti. O kadar güzel kokuyordu ki; kokulu silgiler de
çoçukların yaptığı gibi dilimi kullanarak tadına bakmak istemiştim.
Lakin ilk buluşmada kızın boynunu ''dillemek'' olmazdı tabii, kendimi
tuttum. Aptal bir sırıtışla ''Selaaaağm!'' dışında bi laf
edemedim, sadece sırıtıyordum. Selamlaşma faslından sonra:
''Önce lamba mı bakalım; yoksa yemek mi yiyelim?'' diye sordum.
Henüz pek aç olmadığını, önce lamba bakıp gezinip muhabbet ettikten
sonra yiyebileceğimizi söyledi. Onayladım ve yavaşça mağazayı gezmeye
başladık.
Birbirinden
''modern'' eşya tasarımları içersinde ilerlerken kendimi oldukça
samimiyetsiz hissettim. Şu noktada bir şeyden bahsetmek zorundayım. Oh, hayır...Sizlere İKEA hakkında zaten pekçok insan
tarafından yapılmış tespitleri ısıtıp sunmayacağım ya da ''İKEA gezmek''
eylemini yerip bu hikayede ''kalabalık(-lar) içersindeki yalnız
adam...''ı oynamayacağım. İnsanız ve hayal kurmayı
seviyoruz. Dolayısıyla çeşit çeşit eşyayı görmek, bu eşyalarla süslenmiş
oda modelleri görmek hoşumuza gidiyor. Hele bunlar ''modern gibi ''
olursa... Hayal kurmak istiyoruz ve tabii ki hayallerimizin de
''modern'' olmasını istiyoruz...Tıpkı 500 Days of Summer'daki gibi
yaşamak istiyoruz. Hiç yalan söylemeyim, hiç '' İKEA gezmek ne yaeeee...
kültür özentisi miyim ben ...'' durumuna girmeyeyim. Açıkça
söylemeliyim ki bu eylemde bir abes görmüyorum. Fakat üzülerek
söylüyorum ki.. Ben bir ''modern'' değildim, beni geren de buydu.
Modern
odalar, modern salonlar ve modern mutfaklar sanki beni eziyordu .O ise
çok rahattı, sanki orada yaşıyormuş gibiydi. Gerçekten öyle
diye düşündüm... O bir ''modern''di.. ve ortama hakim bir şekilde
geziyor, bana bi şeyler anlatıyordu. Ben ise bu şartlar altında pek
muhabbet edemiyor; sadece onun çoşkulu bir şekilde anlatığı şeylere
gülümseyerek birbirne benzer, kısa onay cümleleriyle karşılık
verebiliyordum. Ben de bir şeyler anlatmalıydım ama ne!? Kendimle
ilgili olan şeyleri zaten yazışırken anlatmıştım. Arkadaş ilişkileri mi
anlatsam? Zaten onun kadar sosyal değildim, arkadaşlarımla karmaşık
ilişkilerim olmuyordu. Ayrıca arkadaş çevrem onun ilgisini hiç
çekmeyecek tiplerdi. Lakin mutlaka bir konu bulmalıydım; çünkü sıkılmaya
başlamıştı. İlgisini benden çekip ''modern tasarım''lara yöneltmişti...
''Biliyor musun; bunların içi boş...'' dedim, elimi modern bir sehpaya ard arda vurarak.
Gülümsedi,
çok güzel gülümsüyordu. Yuvarlak yanakları,elmacık kemiklerine doğru
şişiyor,gözleri parıldıyordu. Aslında her insan öyle gülümser... lakin
bu, onda çok daha güzeldi.
''Evet..'' dedim, ''Mukavvadan destek var içersinde sadece, o kadar...''
Gülümsemeye devam etti.
Kitaplıkların olduğu bölüme geçtik.Bu sefer kitaplıklara vurmaya başladım.
''Bunlar
da sırf sunta. Talaşları reçine ile sıkıştırıp kaplıyolar o kadar...
Dünyaya sunta sata sata zengin oldular şerefsizim!'' diye ekledim.
Hala
gülümsüyordu; lakin bu seferki başkaydı. Benim, başta bahsettiğim
gülümsemeye benziyordu; sadece samimiyetsizce onaylamak için.Bunu o an
farketmiştim. Durabilirdim; fakat artık iş işten geçmişti, çoştukça
çoşuyordum. Sehpalara masalara tıklıyor, ''Çk... Çk...'' gibi
olumsuzluk ifade eden sesler çıkarıyordum.
''Bizim eski mahallede, Hilmi Usta'nın yaptığı dolabın yanına bile
yaklaşamaz bunlar... 18 yıldır kullanıyoruz...Vermeyin bunlara para...
Kurnaz olun biraz, kurnaaağz! '' dedim.
Duymamazlıktan
gelerek sonunda beğendiği bi lambayı bulduğunu söyledi. Lambayı aldık.
Artık yemek yiyebilirdik. Köftelerimizi aldık, sebilden kolalarımızı
doldurduk.Yemekte derin bir sessizlik olmuştu hiç konuşmuyordu. Yemek
bitti, oturuyorduk. Elleri cebinde somurtuyor; yüzüme değil, uzaklara
bakıyordu. Laf olsun diye:
''Sırf köfteden bile ne para kazanıyolardır...''
dedim.
Galiba bu geyik bardağı taşıran son damla oldu. Benimle hoş vakit
geçirdiğini fakat aramızda bir şey olamayacağını, birbirimizden farklı
olduğumuzu,bunu bugün anladığını söyledi. Çok utandım, aniden böyle
şeyler söylemesini beklemiyordum. Tekrar sessizlik oldu, uzaklara
bakıyordu. Bu sırada dikkat ettim ki elleri hala cebindeydi,cebinde
kurcaladığı bir şeyler vardı.''Ulan...Yoksaaağ!?''diye iç
geçirdim. Acaba tahmin ettiğim şey olması mümkün müydü?..
Sessizliğin ve benim garip bakışlarım üzerine, demin söyledikleriyle ilgili bi açıklama yapma ihtiyacı duymuş olmalıydı:
'' Ya... Ben daha farklı olur diye düşünüyordum, Ne biliyim smiths falan...'500 days of summer' gibi olur sanmıştım... '' dedi.
O
an daha fazla dayanamadım. Yüksek sesle cebindekileri çıkarmasını
söyledim. Afalladı. Hızlı bi şekilde; isteğimi tekrar, kararlı bi sesle
yineledim. Bu ani baskı, onu daha da afallattı. Ben lafımı tam bitirmeden
dediğimi hızlıca yaptı, cebindekileri masaya çıkardı.
Tam
tahmin ettiğim gibi aşağı yukarı 10-12 tane İKEA kalemi masaya
döküldü...Her kurnaz gibi, çaktırmadan bu kadar kalemi cebe indirmişti..
''Bu mu ulan, 'fayv handırıd deyz of samır gibi' !? ''dedim.
Gülümsedi...Çok güzel gülümsüyordu...