Sayfalar

Çarşamba, Mayıs 25, 2016

Dügün



 Tek amacım marketten bira almaktı. Akşamüstüydü. Fakat çok geç de değildi. İçim sıkılıyordu. Aslında kötü bir ruh hali içersindeydim. Biriyle buluşmuştum ve bu biriyle bir daha buluşamayabilirdim. Buna rağmen içimden gelen her şeyi söyleyememiştim ona. Sadece bakmıştım, çok bakmıştım. Yüzündeki her kıvrımı ezberlemek istiyordum.  Fakat çok baktığımın farkına varmasın diye, bazen de onun hemen ardındaki ekranda -ya da yansıda, adı neyse işte-  devam eden  bir filme uzun uzun baktım ve filmle dalga geçmeye başladım. Mağrur gözükmek istiyordum. Bunları anlatarak sizi de sıkmak istemiyorum. Pek ilginç olmayan şeyler.
 
 Başkalarına karşı pek olmasa da, kendime karşı ekonomik olarak sorumlu biri olduğumdan beri -ki pekçok insan buna ''yetişkin'' diyor - çok mutsuzum. Yetişkinim artık...Fakat niye hala ızdırap duyuyorum. İçimde mütemadiyen bir mutsuzluk ve bu statüye, yani yetişkinlik müessesesine  isyan hali var. Belki de içimde biri var, hala bir çocuk var. Bu çocuk büyük gibi hissediyor, büyük gibi davranıyor. Fakat bu bir çocuk! Sıkılıyor, üşeniyor, aşık oluyor, karşılık bulamıyor, kadınlar hamamını merak ediyor... Öhö' öhöm! pardon. Sıkılıyor, üşeniyor, aşık oluyor, karşılık bulamıyor...
  
 Dediğim gibi bira alacaktım. Cebimde sadece 200'luk bir kağıt vardı. Bankamatikten yeni çekilmiş, yeni bir  200'luktu bu, gıcır gıcırdı. Sürtünce hışır hışır eden nefis bir kağıt.  Ben onlara bu kağıdı vercektim, onlar da bana biraları... Bence adil bir ticaret. Şu sıralar havaların sıcak olmasına rağmen, akşamüzeri  olduğundan insanı hafif titreten ama bir o kadar da tatlı, rahatsızlık vermekten ziyade; insanın içini uyuşturan, hafif bir ayaz çıkmıştı. Keyifle ellerimi cebime soktum ve cebimdeki 200'lüğe güvenerek  yürüyordum. Ta ki yolumun üzerindeki Şan Düğün Salonu' nun önüne kadar. Duraksadım. Kapanın önünde telefonlarıyla konuşanlar, sigara içenler ve birkaç koşuşan çocuk vardı. Çocuklardan biri dikkatimi çekti, çocuk değildi aslında o; çocuk gibi bir şeydi. O koşmuyordu bilakis yüzünde mağrur bir ifadeyle  koşan ''çocuk gibi olan çocuk''lara tiksintiyle bakıyordu. 
 
 Gerçekten dikkat  çekmeyecek gibi değildi  bu takım elbise giydirilmiş, tombul çocuk. Pembe gömleği, parlak gri ceketinden daha tatlıydı.  Aynı renkli kravatı... Evet, evet!  Papyon değil kravat vardı boynunda. Dudağının hemen üstünde siyah bir gölge.. Baya bayaa bıyıkları vardı bunun... Elleriyle kemerini yukarı çekiyordu, sıkılgan bir tavırla... Belki ilk giydiğinde çok hoşuna gitmişti bu kıyafet. Büyümüştü artık, saygı gösterilecekti ona. Dilediğini yapabilecek gibi hissetti, hevesle giydi üzerindekileri. Fakat şimdi sıkılmıştı belki bu ceketten, bu kravattan. Yetişkinlik sandığı gibi rahat değildi... ''Hah!'' dedim,  ''İşte! içimdeki şey tam olarak bu!''  
 
 

 
 Gülümsedim içimdeki çocuğa, öyle kala kaldım. İçeri geçiyordu içimdeki çocuk... İçeriden davul sesleri, çoşkulu bağırışmalar, kahkahalar yankılanıyordu. Kapı girişi kırmızı- mavi çeşitli ışıklarla Çin keranesi gibi ışıklıydı. Yere düşürülmüş bir düğün davetiyesi gördüm. Üzerindeki isimlere baktım ''Zeynep & Ahmet''.  Davetiyeyi yerden aldım. Çok geçmeden ben de içerdeydim.  Düğün, zaten devam ettiği için kapıda beni karışılayan birileri olmadı.
    
   Zeynep kim, Ahmet kim; bilmiyorum. Bunu neden yaptığımı da bilmiyorum ya da nasıl cesaret ettiğimi de. Ama buradaydım işte; kimin, kimlerin olduğunu bilmediğim bu düğünde... Heyecanlanmıştım, lakin oldukça şendim de. Şaşılacak bir şekilde iyi  hissediyordum.  Fakat şu ikisine, Zeynep'le Ahmet'e baktığımda onların benim ve piste oynayan akrabaları-yakınları gibi olmadıklarını görüyordum. Düğün onlarındı fakat onlardan başka herkes eğleniyordu. Bu ikisinin yüzünde ise ölü bir ifade ile kendileri için hazırlanmış masada oturuyoruyorlardı. Şaşkındılar belki. Kendi aralarında da pek konuşmuyorlardı ama.  Ahmet, sahnede oynayan ve kendilerini çoşkuyla selamlayan yakınlarını başıyla geri selamlıyordu yalnızca. Zeynep onu da yapmıyordu, tiksiniyor gibiydi.
 
  İçimdeki çocuğu göremiyordum, Nereye kaybolmuştu ? Devam eden bir düğünün ortasındaydım ve içimdeki çocuğu arıyordum... Varoluşsal arayışlara, psikolojik bir iç hesaplaşmaya sahne olacak bir yer değildi, düğün.. Şendi! İçimdeki sıkıntı kaybolmuştu artık.
 
 Düğünleri sever miyim? Iıığ... Hayır. Bildiğim kadarıyla ''hayır''dı. Şimdi bir düğündeydim  ve şendim. Aslında utanıp korkuyordum da bu yaptığımdan. Ama bu beni heyecanlandırmıştı. Bunun dışında düğünle ilgili bildiğim, duyduğum ve tecrübe ettiğim her şey önemsizdi. Uzun uzun ''düğün'' betimlemeleri yapmaya çalışabilirim. Lakin ''Halay çok komik bir şey bence ehehe.. ''  temalı bir kompozisyon yazma düşüncesinde değilim.
 
  Henüz evlenen bir arkadaşım yoktu. Yani yakın arkadaşlarımdan bahsediyorum. Akrabalarımdan ya da tanıdıklarımdan evlenen vardı tabii; ama dediğim gibi ya yakın değillerdi  ya da akranım. Gerçi şimdi düşününce benim pek fazla arkadaşım da yok. Bundan hiçbir zaman, herhangi bir biçimde şikayetçi olmamıştım. Lakin son günlerde bunu da düşünmüştüm. Neden azlardı? Az oldukları için  buradaydım belki de. Onlar  meşgul olmasalardı ya da ben  yaşadığım bu sevimsiz yerde, izole olmasaydım burada olmazdım.  Ya da hummaya tutuldum, ne yaptığımı bilmiyor, düşünmeden hareket ediyorum. Zira tanımadığınız birilerinin düğününe  bu şekilde dışarıdan girmek, düşündüğümden de tehlikeli olabilir. Bunu, takı töreni için sıralanan insanlar arasındayken farkediyordum. ''Ya beni takı hırsızı; ya da daha da kötüsü! Ya gelinin bir tür ''belalısı'' zannederlerse?! Bin yılın dayağını yemekle kalmam;  ayrıca bu yaptığımla şu evlenen iki insan evladının da düğününü mahvederim ki bunu hiç istemem. Yuva yıkanın yuvası olmaz demişler... Etrafıma ne kadar modern, ne kadar seküler, pozitif bilimlere gönül vermiş biri olarak gözükmek istesem de bu riski göze alamam...'' diye düşündüm. Takı kuyruğuna nasıl girdiğimi de  hatırlayamıyorum; herkes buraya yönelince ben de içimdeki çocuğu bulmak için kalabalığa yöneldim ve sırada kaldım galiba. 

 Aslında, söylemeyi unuttum, benim de bi kere düğünüm oldu. Şaşırdınız mı?  Oo, hayır. Tahmin ettiğiniz gibi değil. Bu düğün sadece benimdi! Ha bi de abimin...

 Evet, şimdi tahmin ettiğiniz gibi... 1997 yılıydı ve ben sünnet olmuştum. Düğünleri kadınlar daha çok sever ve ister. Ama bizim toplumumuzda erkeklerin iki kez düğünü olur... Ve  eminim ki; kız çocukları, sünnet olan oğlanları delice kıskanır... O günle ilgili hafızam pek berrak değil. Düğünden yalnızca bir gün evvel sünnet olmuştuk, bu sebeple üstümüzde yalnızca uzunca bir sünnet gömleği vardı. Henüz, tam iyileşmiş değildim  ve  bizim için hazırlanan yataktaydım. Tanımadığım insanlar yanağım yahut alnımdan öpüyor, para takıyolardı oldukça mağrurlardı ve fotoğraflarımız çekiliyordu. Altın takan da vardı tabii, onlar daha da mağrurdu. Ama altının cazibesi pek yoktu o yaşlarda benim için. Parayı biliyordum, altınsa pek bir şey ifade etmiyordu benim için. Sadece sarı küçük tenekeler. Takılan paralar gerçekten benim olcak zannediyor ve bir an önce paraları harcamak için gecenin bitmesi için dua ediyordum. Bunun dışında sıkılıp yataktan çıktığım da oluyordu. Altımda pantolon gibi bir şey, hatta don olmadığı için komik bir görüntü ortaya çıkmış olacak ki, küçük - büyük  herkesin beni görünce güldüğünü hatırlıyorum. uzun bir gömlek ve altımda sadece sargı bezi... 
 
 O geceden sonra takılan paraları bir daha görmedim. Belki de bundan dolayı düğünleri sevmiyorumdur... Takı sırasıyla ilgili tek anım tek tecrübem buydu. Bu sefer takılan değil, Takan olacaktım. Artık sünnet olmuş küçük bir çocuk değil, büyümüş para takacak bir yetişkindim. Sıra bana geldi. Mağrur bi şekilde elimi cebime attım; yepyeni 200'lüğü takacaktım. Para yoktu... Diğerine attım; onda da yoktu. Ben çifte hiçbi şey takamazken; habersizce   uzun kır saçlı, yaşlı fotoğrafçı ''amca'' tarafından fotoğrafımız çekildi. O tarafa baktım; içimdeki çocukla göze geldik, ''Asla büyüme lan...'' dedim.
                                                                                                  

Çarşamba, Temmuz 30, 2014

500 Days of Summer Gibi ya da Küçük Esnafı Bitirdiler

  Her şey çok hızlı gelişmişti. Onunla, ortak bir arkadaşımız -internet- sayesinde tanışmıştık. Hoşça muhabbet ediyor, eğleniyorduk. Paylaşabileceğimiz çok şey vardı. İkimiz de ''the smiths''i çok seviyorduk .Birbirimize deliler gibi en sevdiğimiz smiths şarkılarını gösteriyor, ''komikli fotoğraf''larımızı  atıyorduk. Kısa sürede, arkadaşlığımız klasik bir ilişkiye doğru yönelmişti. Açıkça, direkt olarak olmasa bile, birbirimizden hoşlandığımızı belirten ifadeler kullanıyor, flört ediyorduk. uzun süren ''paslaşma''lar sonunda buluşmaya karar verdik...

 Nereye gideceğimiz konusunda hiçbir fikrimiz yoktu.Ben şehrin bir ucunda; o da diğer ucunda oturuyordu. Hatta düşünüce ''uzak mesafe ilişkisi'' bile olabilirdi bu... Ortak bi yerde buluşmayı önerdim. O da bir masa lambası alması gerektiğini, bu sebeble İKEA'ya gidip beraber lamba bakıp yemek yiyebileceğimizi söyledi. Şimdi düşününce, daha ''İKEA'' lafını ilk duyduğum anda işlerin nasıl gideceğini kestirmiş gibi bir ürperti almıştı beni, fakat bu ürpertinin neden kaynaklandığını o anlaymamıştım. Her neyse... Daha iyi bir fikrim olmadığı için kabul ettim. Buluşma saati ayarladık.

 Tahmin edebileceğiniz gibi,ben tam kararlaştırdığımız saatte metro durağında onu beklerken; o 25 dk. sonra gelebildi. Renk efektli fotoğraflarında göründüğü kadar güzeldi.kumsal gibi saçları,deniz gibi gözleri vardı.Fakat güzelliğinden beklenmeyecek derecede çekingen gibiydi.Romanlarda anlatıldığı gibi sanki güzelliğinden utanıyormuş gibi bi hali vardı.Bugüne kadar  roman güzeli görmemiştim, benim gördüğüm güzeller hepimizin bildiği mağrur güzellerdi.


 Çok hoş görünüyordu, neşeliydi. Ayrıca aşırı güzel kokuyordu. Hafifçe birbirimize sarılıp yanaklarımızı değdirdik. Sarılma sırasında kokuyu daha net alabiliyordum, gerçekten olağan üstü güzeldi bu koku. Ne çok ağır ne de çok hafifti. O kadar güzel kokuyordu ki; kokulu silgiler de çoçukların yaptığı gibi dilimi kullanarak tadına bakmak istemiştim. Lakin ilk buluşmada kızın boynunu ''dillemek'' olmazdı tabii, kendimi tuttum. Aptal bir sırıtışla ''Selaaaağm!'' dışında bi laf edemedim, sadece sırıtıyordum. Selamlaşma faslından  sonra:

  ''Önce lamba mı bakalım; yoksa yemek mi yiyelim?'' diye sordum.

  Henüz pek aç olmadığını, önce lamba bakıp gezinip muhabbet ettikten sonra yiyebileceğimizi söyledi. Onayladım ve yavaşça mağazayı gezmeye başladık.

 Birbirinden ''modern'' eşya tasarımları içersinde ilerlerken kendimi oldukça samimiyetsiz hissettim. Şu noktada bir şeyden bahsetmek zorundayım. Oh, hayır...Sizlere İKEA hakkında zaten pekçok insan tarafından yapılmış tespitleri ısıtıp sunmayacağım ya da ''İKEA gezmek'' eylemini yerip bu hikayede ''kalabalık(-lar) içersindeki yalnız adam...''ı oynamayacağım. İnsanız ve hayal kurmayı seviyoruz. Dolayısıyla  çeşit çeşit eşyayı görmek, bu eşyalarla süslenmiş oda modelleri görmek hoşumuza gidiyor. Hele bunlar ''modern gibi '' olursa... Hayal kurmak istiyoruz ve tabii ki hayallerimizin de ''modern'' olmasını istiyoruz...Tıpkı 500 Days of Summer'daki gibi yaşamak istiyoruz. Hiç yalan söylemeyim, hiç '' İKEA gezmek ne yaeeee... kültür özentisi miyim ben ...'' durumuna girmeyeyim. Açıkça söylemeliyim ki bu eylemde bir abes görmüyorum. Fakat üzülerek söylüyorum ki.. Ben bir ''modern'' değildim, beni geren de buydu.

 Modern odalar, modern salonlar ve modern mutfaklar sanki beni eziyordu .O ise çok rahattı, sanki  orada yaşıyormuş gibiydi. Gerçekten öyle diye düşündüm... O bir ''modern''di.. ve ortama hakim bir şekilde geziyor, bana bi şeyler anlatıyordu. Ben ise bu şartlar altında pek muhabbet edemiyor; sadece onun çoşkulu bir şekilde anlatığı şeylere gülümseyerek birbirne benzer, kısa onay cümleleriyle karşılık verebiliyordum. Ben de bir şeyler anlatmalıydım ama ne!? Kendimle ilgili olan şeyleri zaten yazışırken anlatmıştım. Arkadaş ilişkileri mi anlatsam? Zaten onun kadar sosyal değildim, arkadaşlarımla karmaşık ilişkilerim olmuyordu. Ayrıca arkadaş çevrem onun ilgisini hiç çekmeyecek tiplerdi. Lakin mutlaka bir konu bulmalıydım; çünkü sıkılmaya başlamıştı. İlgisini benden çekip ''modern tasarım''lara yöneltmişti...

  ''Biliyor musun; bunların içi boş...'' dedim, elimi modern bir sehpaya ard arda vurarak.

 Gülümsedi, çok güzel gülümsüyordu. Yuvarlak yanakları,elmacık kemiklerine doğru şişiyor,gözleri parıldıyordu. Aslında her insan öyle gülümser... lakin bu, onda çok daha güzeldi.

 ''Evet..'' dedim, ''Mukavvadan destek var içersinde sadece, o kadar...''

 Gülümsemeye devam etti.

 Kitaplıkların olduğu bölüme geçtik.Bu sefer kitaplıklara vurmaya başladım.

 ''Bunlar da sırf sunta. Talaşları reçine ile sıkıştırıp kaplıyolar o kadar... Dünyaya sunta sata sata zengin oldular şerefsizim!'' diye ekledim.

 Hala gülümsüyordu; lakin bu seferki başkaydı. Benim, başta bahsettiğim gülümsemeye benziyordu; sadece samimiyetsizce onaylamak için.Bunu o an farketmiştim. Durabilirdim; fakat artık iş işten geçmişti, çoştukça çoşuyordum. Sehpalara masalara  tıklıyor, ''Çk... Çk...'' gibi olumsuzluk ifade eden sesler çıkarıyordum.

  ''Bizim eski mahallede, Hilmi Usta'nın yaptığı dolabın yanına bile yaklaşamaz bunlar... 18 yıldır kullanıyoruz...Vermeyin bunlara para... Kurnaz olun biraz, kurnaaağz!  '' dedim.

 Duymamazlıktan gelerek sonunda beğendiği bi lambayı bulduğunu söyledi. Lambayı aldık. Artık yemek yiyebilirdik. Köftelerimizi aldık, sebilden kolalarımızı doldurduk.Yemekte derin bir sessizlik olmuştu hiç konuşmuyordu. Yemek bitti, oturuyorduk. Elleri cebinde somurtuyor; yüzüme değil, uzaklara bakıyordu. Laf olsun diye:
 
 ''Sırf köfteden bile ne para kazanıyolardır...'' dedim. 
 
 Galiba bu geyik bardağı taşıran son damla oldu. Benimle hoş vakit geçirdiğini fakat aramızda bir şey olamayacağını, birbirimizden farklı olduğumuzu,bunu bugün anladığını söyledi. Çok utandım, aniden böyle şeyler söylemesini beklemiyordum. Tekrar sessizlik oldu, uzaklara bakıyordu. Bu sırada dikkat ettim ki elleri hala cebindeydi,cebinde kurcaladığı bir şeyler vardı.''Ulan...Yoksaaağ!?''diye iç geçirdim. Acaba tahmin ettiğim şey olması mümkün müydü?..

 Sessizliğin ve benim garip bakışlarım üzerine, demin söyledikleriyle ilgili bi açıklama yapma ihtiyacı duymuş olmalıydı:

 '' Ya... Ben daha farklı olur diye düşünüyordum, Ne biliyim  smiths falan...'500 days of summer' gibi olur sanmıştım... '' dedi.

 O an daha fazla dayanamadım. Yüksek sesle cebindekileri çıkarmasını söyledim. Afalladı. Hızlı bi şekilde; isteğimi tekrar, kararlı bi sesle yineledim. Bu ani baskı, onu daha da afallattı. Ben lafımı tam bitirmeden dediğimi hızlıca yaptı, cebindekileri masaya çıkardı.

 Tam tahmin ettiğim gibi aşağı yukarı 10-12 tane İKEA kalemi masaya döküldü...Her kurnaz gibi, çaktırmadan bu kadar kalemi cebe indirmişti..

 ''Bu mu ulan, 'fayv handırıd deyz of samır gibi' !? ''dedim.

 Gülümsedi...Çok güzel gülümsüyordu...

Çarşamba, Ekim 24, 2012

Yeni Blog

Erim'le sözleşme süremin dolması hasebiyle bonservisimi elime aldığım gibi yeni bloguma geçmiş bulunmaktayım. Bundan böyle http://mahdumunuzidealisttir.blogspot.com adresindeyim. Hala buralarda dolaşan işsiz güçsüz kim varsa bir göz atabilir.

Pazar, Ağustos 26, 2012

Bir Kadın ve Bir Adam - Breakdown

  ''Dırırırırı !!! ''

  '' 'Adam' arıyor... ''


   K: Efendim!?
   A: ...

    ...

   A: Bitti mi diyosun şimdi?
   K: Artık yapamıyorum...
   A: Hee... İlişki bitti yani?..
   K: Sana beni ilgi manyağı yap,sürekli benle otur-kalk demiyorum fakat beni kaale almamandan nefret ediyorum. Beni sevmediğini söyleyemem ama bana saygı duymuyorsun. Çoçuğunu şımarmasın diye; öpmeyen, ilgi göstermeyen, kaba davranan, eski kafalı,sert bir baba gibisin. Benden yana hiç mutlu değil gibisin, memnuniyetsiz gibisin. Sevgini esgiriyorsun resmen benden! Niye!?  Niçin böyle yapıyosun !?.. Neden beni dışlıyorsun; ben seni o kadar severken?..
   A: Bitmedi mi ?
   K: Dalga geçmenden de nefret ediyorum! Ve ben artık gerçekten dayanamıyorum...
   A: Şimdi bitti miiii; bitmedi mi?..
   K: Bitti!

   ''Dııt dııt dııt dııt...''

   A: A-Alo?..
   A: Aa... Kapattı.
  
Ek: Bir Kadın ve Bir Adam'ın diğer maceraları için ;


Pazar, Temmuz 08, 2012

Kadın Dedigin

Sokakta hanımefendi, mutfakta aşçı, yatakta pezevenk olacak...

Yok bi dk öyle değildi lan bu...

Sokakta hanımefendi, mutfakta aşçı, yatakta ibne!?

Sokakta hanımefendi, mutfakta aşçı, yatakta orospu çoçuğu... Heh buydu!

Pazartesi, Nisan 16, 2012

Geçen Yine Iciyoruz... (2. bölüm)

   1. bölüm için; http://ortasekerlikahve.blogspot.com/2012/04/gecen-yine-iciyoruz.html?spref=fb

  Biz 2.ciyi de bitirdik; yani toplamda 2'şer şişe içmiş olduk. Kar daha da bastırmıştı,elemanların şarap hala duruyordu. Biz müsaade istedik,vedalaştık.Ardında yürümeye koyulduk, girdik birbirimizn koluna güle-oynaya,muhabbet ede ede ilerliyoruz.biz böyle makara yaptğımız için kayış iyice koptu, iyice saldık kendimizi.Yolda yüreyemez olduk,sendeliyorduk.Allahtan gecenin ileri saatleri olmuştu da, etrafta kimseler yoktu.Bu heralde onların önünde düşmesine bayaa içerlemiş, bana gülerek: ''Kimdi lan onlar !?'' falan diye saçma sapan sorular sormaya başladı; ''Geri dönelim,dövelim onları...'' falan dedi. İşin makarasındaydı tabii ama gerçekten çok salmıştı kendini, ben o ana kadar daha iyi gibiydim.

  Tabii,şunu belitmeliyim ki bu noktadan sonra hiç hatırlamadığım kopuk şeyler de başlıyor. Artık sendelemekle de kalmıyor; düşüyorduk.Abim bayaa bayaa geri dönmeye kalktı; ''Dövücem o pezevenleri!'' diye; zar zor tutup çekmeye çalıştım,'' Oğlum denyo musun sen? N'aptı herifler sana!'' diye söylendim.Lakin laf dinlemiyor, geri gitmeye çalıyordu yine.Hafif sinirilendim,önüne geçip ittirdim bunu, yere düştü. Güldü,''Çekil lan''diyerek ısrarını sürdürdü gülerek. Bi daha ittirdim sendeleyip tekrar düştü.Tekrar itmemin sebebi onu durdurmak mı yoksa; sadece yapabiliyor olmam mıydı bilemiyorum.Hafiften hoşuma gitmişti, bu durum. Zira dinçken bunu yapmam,onu iterek düşürebilmem imkansızdı (Haa... Güreşte işler değişir tabii, o ayrı! Gerekirse sikerim belasını...). En sonunda vazgeçti bu işten...

  Benim üşümem iyice arttı; titremeye başladım. Abim de fenaydı. Sonra etrafıma baktım, '' Nerdeyiz lan biz?'' diye sordum abime. O da etrafına bakındı.'' Burası neresi lağğn?'' falan diye söylendi. Etrafta dolanmaya devam ettik ama bi türlü tanıdık bir yol bulamıyorduk.Tanıdık bi yer,bi bina çıkarmaya çalıştım ama yok! Koduğumun Beylikdüzü'nde bütün binalar birbirinin aynısıydı...

  İlerlemeye devam ettik,ama nereye gittiğimizi bilmeden... İşin kötüsü: durmadan düşüyorduk ve kolay kolay kalkamıyor; kendimizden geçiyorduk. İşte o sıralar benim götüm attı, aziz dostlar! ''Ahaa!'' dedim; ''Biz sızıp kalıcaz,donarak ölücez burda...'', acayip oldum.''Annemi falan arayalım ya... Donucaz burda yoksa! '' dedim abime. Abim: ''Ya manyak mısın oğlum, buluruz şimdi sakin ol'' falan gibisinden şeyler soyledi gülerek, benim bu panik halimi görünce.Sürekli gülüyordu zaten. Bu durumda gülüyor olması hiç hoşuma gitmiyor,canımı sıkıyordu. İçimden '' Fena uçtu galiba...'' diye düşündüm -hoş, bu uçma konusun benim de ondan aşağı kalır yanım yoktu,artık-, ben abimin ''Arama lan...'', ''Koy şu telefonu cebine .mına koyim '' uyarılarına rağmen telefon etmeye çalıştım.Lakin bir türlü edemiyordum! Hem alkolun hem de şiddetli yağan akrın etkisiyle, ekranı adam gibi göremiyordum, her şey bulanıktı. Ayrıca telefon da ''dokanmalı'',''ekranı ellemeli''ydi; ama ben soğuktan parmaklarımı hissetmiyordum bile o an. Bu şartlarda,bu kafayla telefonu kullanmam çok zordu. Bi yerlere basıyor,ardından kulağıma götürüyordum telefonu; ama bi şey duyamuyordum.''Ulan yanlış mı bastım yoksa?.. Ya da rüzgarın,abimin sesinden dolayı mı bi bok duyamıyorum?..'' diye söylendim içimden, o an abim de durmadan beni aramamam için rahatsız ediyordu çünkü. Anneme ulaşamadım. Git gide tırsıyor ve üşüyordum.Babamı aramaya çalışıyordum diye hatırlıyorum; gelip bizi alması için.Abimin herhangi bir itirazıyla karşılaşmadım; çünkü bambaşka alemlere dalmıştı o an zaten.

  Bu olay noldu  hatırlamıyorum.Başarısız olan bu telefon girişiminden sonra bi baktım ki; cadde gibi bi yere çıkmışız.Dedim bari, taksi bulalım eve varınca evden alır veririz parasını. Uzaktan gelen arabaları,üzerime gelen far ışıklarından ötürü seçemediğim için her gelen arabayı taksi zannediyor; el kaldırıyordum. Lakin hiçbiri durmuyor, geçip gidiyordu.Ben umudumu kaybetmeye başladım.Artık içimden dua falan etmeye başladım, imana geldim...''Ulan sarhoş bi şekilde ölücez.Önce donucaz sonra yanıcaz! kesin cehenneme gidicez,sikilecek belamız...'' diye içimden yerinirken iyice götüm attı. Taksi olup olmaksızın gelen arabaların hepsinin önüne atladım, yolunu kesitim.Göz göze geldiğim sürücülere ''Niye durmuyonuz lan! '' diye bağırdım.''Şaşıran sürüceler yavaş yavaş gaz veriyodu üzerime,ürkmüştüler. Abim kahkahalarla zar-zor çekmeye çalışıyordu beni arabaların önünden.Bu müdahalere ben de karşı gelmek için direnirken düşüp yuvarlanıyoduk yolun kenarlarına... Bu sayede arabalar öyle yol buluyordu kendilerine ve gazlıyolardı. Sonra biz öyle yürümeye,tekrar tekrar düşmeye falan devam ettik, heralde. Sonra annemin geldiğini hatırlıyorum, endişe dolu gözlerle geldi yanımıza.''Aha ! '' dedim o an,''Şükürler olsun Rabb'ime ! ''.İşte daha sonra eve gittik annem abime kahve falan yaptı; abim ''Uyumayacam!'' faln diye diretiyodu.Ben de yatağa geçip sızdım öyle diye hatırlıyorum...

  Sonra ertesi sabah kalktım.Verdiğim ilk tepki, yüzümde kocaman bi sırıtışla; ''Hassiktir!'' oldu.İçeri gittim.Annem kahvaltı hazılıyodu.Abim da kalktı,gülerek mutfağa geldi. Bana, '' Oğlum sen niye kendini arabaların önüne atıyosun lan!? Denyo!'' diye sordu kahkaha atarak. ''Ulan seni eve götürmeye çalıştık işte! yüreyemiyordun lan daha, devirliyodun durmadan...'' diye karşılık verdim ben de. Dün gece yaşananları çözmeye çalıştık işte, Abim ''Oğlum, ben senle bi daha içmem!'' dedi; ' Sana kalkalım,gidelim' diyorum, sen vaziyeti çakmıyosun'' falan diye söylendi. Sonra '' Yok aga! ben bi ton şey içtim,şu yaşıma kadar -lise de dahil- böyle olmadım.'' diye ekledi. Anneme dedim: ''Sen nasıl buldun bizi?''.Dedi: '' Sen arayıp arayıp duruyodun, bi şey demeyip kapatıyodun, en son aradın 'Acıbadem Hastanesinin ordayız,gel çabuk! ' dedin.Ardından ses kesildi yine. Çıktım ben de o tarafa; baktım bi apartmanın önündesiniz.Abin: ' Bizim apartman işte... ' diyerek girmeye çalısıyodu, sen: 'yok burası değildi galiba ' diyodun.O halde buldum sizi...'' dedi. Ardından şakayla karışık ''Utanmıyorsunuz di mi? O saatte kadın başıma beni dışarı çıkarttınız... Öldüm burda meraktan. '' diyerek sitem etti. Bana, '' Babanı da aramışsın sen, 'Gel, al bizi' demişsin.Şaşırmış,ne dediğini anlamamış, kızmış sana 'Nereye geleyim lan! Adam gibi konuşsana !'' diye sormuş, sen de ''Gel 'lan' işte! Beylikdüzü'nün arka taraflarında bi yerderyiz, Çabuk gel! ' diye bağırmışsın. Utanmıyor musun öyle konuşmaya babanla'' dedi. Ben çok şasırdım,utandım; ''Yok ya! 'lan' flan dememişimdir...''diyebildim .''Valla anne, ben o kafayla ölücez sandım o soğukta donarak''ondan paniklemişim ne yaptığımı bilmiyordum'' diye de ekledim. ''Zaten yolun yarısından döndürdüm buraya geliyodu...''dedi ( O gün babam Topkapı'da kalacaktı,ben o an unutmuşum). Ayrıca '' Kadir'i de aramışsın,gece boyu bana ulaşmaya çalısmış,bayaa korkumuş çocukcağz...Ben, gece buldum diye haber verdim,sen de bi ara konuş.Ayrıca Sultan da aradı '' dedi.

  Kadir'i aradım,durumu anlattım.''Seni ne ara aradım lan ben? Ne dedim sana ? '' diye sordum.''Ya aradın 'Kadir,dur sakın kapatma! ' dedin, arkadan sesler geldi. Tak! Ses kesildi, kapandı. Geri aramaya çalıştım cevap gelmedi,meşgule düştü.Ardından ''Üzg., sonra ararım.'' diye mesaj geldi.Ben işkillendim; ''Biri bi şey mi yaptı bu böyle mesaj atmazdı'' falan diye.Annene falan ulaşmaya çalıştım; Kültür Üniversitesin'de çalıştıgını biliyodum.Ordan aldım zar zor telefonu falan.Ama ona da ulaşamadım başta.  Polisi aramaya kalktım da adres istediler,veremedim'' derken ''Oha!'' diye sözünü kestim;''Ne polisi! ''.'' Lan olm ne biliyim! Öyle mesaj falan gelince kaçırdılar sandım.Çok korktum,tüm evi uyandırdım.Kaça kadar uyaymadık senin haberin var mı lan!?'' diye sitemkarca sordu.Özür diledim, ''Yaaa...'' dedim; ''Sorma maymun olduk! Çok fena çarptı,şarap. Kaybolduk işte, yolu bulamadık...Götüm attı donucaz diye. Annemi aramaya çalışırken,aramışımdır heralde seni de '' dedim.Endişelendirdiğim için özür dileyip ilgisi için teşekkür ettim,vedalaştık.Sonra Sultan'la da konuştum; ''N'aptım seni de mi aradım?'' diye sordum.Lakin onu aramamışım en azından. Ona Kadir demiş,'' böyle böyle... Adres-telefon var mı evlerinin?'' diye.O da meraklanmış,korkmuş.Ona da durumu, ayrıca anlatarak ilgisi için teşekkür ettim.

  İşte... Abim o günden sonra şaraba tövbe edip perhize başladı. Annem: ''Bi daha ben sizi dışara salmam'' dedi. Babam: ''Evin yolunu bulmayan pezevenkler! '' diye dalga geçti.Bense; tüm bunlar karşısında sadece sırıttım,çok gamsızdım.

                                                                                                                                        Son.

Pazar, Nisan 15, 2012

Gecen Yine Iciyoruz... (1. bölüm)

  ''Anlatsam mı; anlatmasam mı?'' diye çok düşündüm aslında.Çünkü rezil bir durum bu. gerçekten büyük bir rezalet yaşanılan... Hala tereddütler içersindeyim,belki de hatadır bunu anlatmak.Belki de; bir daha hiç konuşulmamalı bu yaşananlar...

  ''Anlatacaksın işte... Yoksa işin ne burada, niye yazıyorsun bunları? Bal gibi anlatacaksın,anlatıyosun.Peki bu naz,bu samimiyetsiz çekingenlik, bu şov niye!? Adam gibi anlat,anlatacaksan! '' diye haklı olarak, söylendiğinizi tahmin ediyorum...Lakin anlattığımda siz de bana hak vereceksiniz,öyle kolay kolay anlatılacak bir durum değil bu. Zaten bu zamana kadar beklememin de sebebi budur.

  Anlatacağım elbet aziz dostlarım! Her şeyi olduğu gibi anlatacağım...Lakin biraz sabretmenizi isteyeceğim. İzin verin, bu olayın bende yarattığı hisslerden bahsedeyim önce.

  Ben her ne kadar rezalet desem de, bu olayın ayırdına vardığımda duyduğum şey utanç değildi.Hatta mutluydum bile,garip bir şekilde kendimi bu duyguya kaptırmaktan alamıyordum.Birazdan anlatacağım bu olay; uygun ortamlarda,dost meclisinde sıkça anlatılacak(anlattığım) bir olay.Başta dediğim gibi ''Rezalet!'' denerek anlatırılır,lakin olayı anlatan, kahramanımızın yüzü sürekli sırıtır. Pekiyi niye sırıtır kahramanımız? Niye neşeli gibi görünür; madem durum rezalet ise ?

  Böylesi enteresan durumlar, rezalet gibi dursa da aslında insanların kendi içlerinde gurur duydukları anılardır.Bu anılar, insanın hayatını ilginç kılar. (yani onlar öyle düşünür).Ayrıca ileride de, genç kuşaklarla anlatılacak, ''Ya işte biz böyleydik,şöyle haşarıydık,öyle hızlıydık'' mesajlı hikayeler sağlar.Unutulmaz anılardır bunlar.Kişinin yaşamını doldurur, dolu gösterir. İnsan, yaşadığı olay taze iken de sırıtır,eski bir anıyken de... Evet, sırıtılır; çünkü bu durumda insan yaşadığını hisseder.

  Bu insanların o anıları anlatırken, gözlerine iyi bakarsanız; gözlerindeki farklı parıltıyı farkedersiniz, gözleri bile sırıtır. Bu '' sırıtma'' durumun yaş ile alakası da var elbette,lakin sadece genç yaştaki insanlarda olan bir şey değildir bu.Genç insanlar,sadece daha coşkulu anlatırlar böyle durumları,daha çok gurur duyarlar.

  Elbet böylesini anıları,süsleyip püsleyerek gıcık bir şova dönüştüren kolpacılar da vardır.İnsanlar, bu samimiyetsizlerden iğrenirler.Kimin gerçekten samimi; kimin kolpacı olduğu gerçeğini de, bahsettiğim gibi kişinin gözlerinde bulabilirsiniz.

  Benim baştaki tereddütlerimin sebebi de buydu.Beni de o samimiyetsiz insanlardan zannedersiniz diye kaygılandım.Ama,en bir ufak kolpa yapacak değilim sevgili dostlarım,her şeyi olduğu gibi anlatacağım,Tanrı buna şahittir! Haa... Ayrıca kendimi kasarak; neden size bir şey ispat etmek zorunda hissettiğimi de anlıyor değilim zaten! Buna ihtiyacım yok!

  İşte ben de aptal aptal sırıtırım bu tür anılarımı anlattığımda, çok hoşuma gider çünkü. Evet! Sizden çekinecek değilim; sırıttım ve yine sırıttacam! İşte sırıtmaya başlıyorum...

  Olay çok eski de değil; yeni de değil, şubat başlarında oldu. Hanii, şu lapa lapa kar yağan gecelerden biri. Abim(benden 5 yaş büyük) henüz yeni gelmişti işten diye hatırlıyorum -belki de o gün izinliydi de,hep evdeydi- ben de evde, öylesine vakit geçiriyordum ki; abim: ''Şarap alalım'' diye söylendi. Tam, ben: ''Ya...Abi ben çıkmam şimdi bu soğukta ya! '' diye itiraz edecekken, ''Hatta gel lan, beraber çıkalım! Kartopu oynaya oynaya gider, geliriz.Hem spor olur,kilo vermeliyim '' diye ekledi,göbetiğini tutarak. Hoşuma gitti benim de '' İyi'' dedim;'' Kapışırız...''.

  Giyinip evden çıktık,o apartman kapısından önce çıktı.Ben kapıdan çıkmadan evvel botların bağcığını bağlıyordum.Ardından ben de çıktım.Elinde kartopu beni bekliyordu, birbirimize bakınca gülmeye başladık.Onun ki tehditkar bir gülüştü; benimkisi ise ''Abi dur bokunu yiyim,hazır değilim daha'' şeklinde, çekingen bir gülüştü. Hafifçe eğildim. Bir elimi ona dogru kaldırıp, atacağı kartopuna karşı koruma yapıyor; diğer elimle yerdeki karları toparlamaya çalışıyordum. Bi süre elindeki kartopunu bana atıyomuş gibi yapıp ''fake''ler verdi,benim verdiğim tepkileri görüp eğlendi.En sonunda salladı ellindekini: ıska! Ani bir şekilde yerde topladıgım karları 2 elimle avuçlayıp top haline getirdim.Bu sefer benim gülüşüm, '' Şimdi şiktim belanı! '' gülüşüne döndü; onun ki de '' Ananski! '' gülüşüne. Kovaladım bunu,arabalrın oraya doğru kaçarken ben de salladım elimdeki kartopunu ardından.Lakin nereye...Çok alakasız bi yere gitti.

  İkimiz de kazmaydık, zannedersem abimle tek ortak özelliğimiz de buydu.Tip olarak da birbirmize o kadar benzemiyoruz ki.Bizi ilk görenler kardeş olduğumuza inanamıyordu.Gerçi ben de babama benziyorum,abim de... Ama gel gör ki; ikimizin alakası yok. Bi kere ben; siyah saçlı,kahverengi gözlü,buğday tenli zayıf bir adamım.Abimse; komple kızıl, koyu yeşil gözlü, iri,göbekli bi adam.Yani insanların inanaması gayet normal.Biz bile inanamıyoruz.Başlarda(ufakken) birbirimizden süphelenmiyor da değildik zaten.Lakin benim sakallarda hafif kızıllıklar olunca; ''Aha!'' dedik,''Bu bir ispattır! ''. O zamandan beri birbirimize daha bağlıyız... İnanamayan,şaşıran olursa da hemen sakallarımı gösterip ''Bak!'' diyorum.


  Herneyse, bi süre kartopu oynadık,fakat ellerimiz fazla dayanamadı. Oyunu bıraktık. Tekele dogru devam ettik.Abim ''Lağğn, aslında hava güzel yağıyor ha! Dışarda takılalım,hem şarap üşütmez'' dedi.Kabul ettim,''İlerde çamlık-park var oraya gideriz o zaman.Ora güzel...'' dedim. İşte, önce tekele uğradık; 2 şişe şarap aldık,beyaz leblebi aldık. Ardından, geçtik çamlığa,karşılıklı 2 bankın oraya kurulduk.Pek kalabalık olmasa da başta -ki; saat 23.00 dolayları olsa gerek- parkta bir takım insanlar vardı,fakat yine de bizim yakınımızda değillerdi. Arada 1-2 köpeğe baktık yanımıza gelen, köpeğiyle gezmeye çıkan çiftler vardı. İmrendik... Yani çift olmaya değil! Köpek sahibi olmaya. ''Ulağğn bi tane de biz alsak ya şunlardan'' diye sevdik köpekleri. Annemi, bu olaya nasıl ikna edebileceğimizi düşündük; bulamadık... Annem hayatta izin vermezdi; çünkü bilirdi köpek geldiğe, bizle beraber ekstradan onla da uğraşması gerektiğini.Bu konuyu her açtığımızda ''2 tane var zaten...'' cevabıyla karşılayor,ağzımızın payını alıyorduk.

İşte böyle sohbet ede ede şarabımızı içtik.bi ara ''kardan adam yapalım'' dedik;''Hem sik, taşak da yaparız...'' ama elimiz dondu,kar sıkışmadı,iyi bir kitle oluşturamadık falan filan derken şaraplar bitti.Kafa başı 1 şişe zaten bizi güzelce keyiflendirmiş,hafiften boyamıştı Ama kesmezdi... Abim: '' Git lan evden para al,2 şişe daha kap-gel, bekliyorum ben burda'' dedi.''Annem verir mi ki?..'' diye sordum.''Verir,verir'' dedi; '' Söyle mutlaka versin.Hadi çabuk git; koş bak, bekliyorum'' diye de ekledi.

  Kar şiddetini arttırmıştı...Üşüyordum... Hızlıca yürümeye koyuldum,hatta bi ara depar attım! ''Kimse görmüyor nasılsa,hem ısınırım'' diye -alkolun etkisi olsa gerek- ve sonunda eve vardım... Annem kapıyı açtı,sadece beni görünce '' Abin nerde?'' diye sordu. ''Dışardayız ya sen bi 50 lira çıksana, takılcaz biz biraz daha.''dedim.İlginçtir ki; hiç itiraz etmeden verdi parayı ve ''Ben uyucam ama'' dedi.''Ben de uyu sen,ben de var anahtar'' dedim ve çıktım. Tekele dogru ilerken işemem gerektiğini farkettim, aniden bastırmıştı. Kuytu bi yere geçtim ve işedim.o kadar rahatladım ki gözümden yaş süzüldü.Yanağımdan süzülen göz yaşını dilimle sıyırdım. Ardından tekele vardım ama kapatmıştı.Ben de dogru çamlığa gitim. Vardığımda, abim ''Hani...'' dedi ''Şaraplar nerde?'' diye sordu.kapalı olduğunu söyledim.''Dur...'' dedi; ''Şu aşağıda da var. Gel oraya bakalım; olmadı,benziliğe gider, ordan alırız bi şeyler''. Yürüdük biraz,tam kapatmaya hazırlanıyorken,açık bulduk bahsettiği yeri. Yine 2 şişe şarap aldık,çamlığa geri döndük.

  Biz kendi yerimize dogru ilerleken, bizim yere 2 kişini kurulduğunu gördük,onlar da bir şey içiyordu. İlerledik selam verdik,selamştık. ''Sizin yer miydi ya?'' diye sordu beriki. ''Hee..'' dedik ''Takılıyoduk, şarap bitti almaya gittik.''.'' Biz de boş gördüydük de... '' diye çekingen bir tonla karşılık verdi.''Sorun yok ya... takılırız berebar, bura iyi. Üstü falan kapalı; kar pek gelmiyor.'' dedik. Sonra onlarda da bizdeki şarabın aynısından olduğunu farkettik: ''Cumartesi''. 1 şişeyi 2'si içiyordu birlikte.Bi süre ''Cumartesi''den falan bahsettik, içiminin ne kadar güzel oldugunu falan anlatıp şarabın kalite-fiyat oranının uygunluğunu övdük... Muhabbet ilerledi.

  İlerleyen sadece muahbbet değildi,o süre zarfı içinde içilmeye devam etti.Dolayısıyla alkolun etkisi de bir hayli ilerlemiş olmalıydı.ben size başta ''her şeyi anlatacagım, oldugu gibi'' dedim ama tüm olayları çok net de hatırlayamıyorum; misal abim de bir ara bir yere işemiş olmalı...Ama gel gör ki;ben böyle bir şey hatırlamıyorum.Gerçi ben eve gittiğimde bi yerlere işemiş de olabilir...Herneyse... Ama genel olarak olay sırasını hatırlıyor ve ne olup bittiğini,temayı biliyorum.Neyse, devam edelim...

  İşte sohbet, makara, o-bu derken şarapları da çekiyoruz.Ben boşalan bardağımı doldurmak elime şişeye attım ilki bittmiş,İçimden ''Aa...'' dedim ''bitmiş bu''.Şaşırmamın sebebi; diğer elemanların şişenin daha yarıya bile inmemiş olmasıydı. Diğerine el attık doldurduk.o ara yanımdaki sırıtarak:'' ''Ya kardeşi sen ne kadar hızlı içiyosun öyle,valla acayip içiyorsun'' dedi, gülerek. '' Hava soğuk ya ondan falandır'' dedim ben de gülerek. Öyle bi konuşuldu bu. Benim bir hoşuma gitti,bir hoşuma gitti tabii... Anlatamam size, aziz dostlarım! O andan sonra ben nispet yaparcasına,'' Biz böyle içeriz kardeş!'' dercesine daha da hızlı çektim şarabı. Acayip gaza gelmiştim,2 yudumda bitiyordum, plastik bardaktaki şarabı.Gerçi bunda üşememinde de etkisi vardı. Abim:'' Erim, hadi gidelim lan,hava soğudu... '' dedi. ''Ya dur 2 dk daha şarap bitmedi daha,nereye gidiyoz...'' diye karşılık verdim,yerdeki şişeyi ona uzatarak ''Az sabret.Al,çek şaraptan üşümezsin...'' diye de ekledim.

  Sonra sohbete devam ederken abim birden -hoooop!- ne dogru devrildi.Abim,dediğim gibi bayaa iri biridir zaten, hele giydiği o omuz korumalı motor montuyla... Eni boyunun yarısı gibi bi şey olmuştu.Öyle büyük bi kitlenin kule gibi öne dogru yıkılması bayaa ilginç ve komikti.''Yaramıyosa içme oğlum!..'' diye takılarak yanımdaki elemanla kaldırdım,bunu. '' Ayağım kaydı oğlum,buzlanmış burası diye söylenerek durumu kurtarmaya çalıştı.


                                                                                                                        Devamı Yarın.



Not:  Ayrıca bakınız;