Tek
amacım marketten bira almaktı. Akşamüstüydü. Fakat çok geç de değildi.
İçim sıkılıyordu. Aslında kötü bir ruh hali içersindeydim. Biriyle
buluşmuştum ve bu biriyle bir daha buluşamayabilirdim. Buna rağmen
içimden gelen her şeyi söyleyememiştim ona. Sadece bakmıştım, çok
bakmıştım. Yüzündeki her kıvrımı ezberlemek istiyordum. Fakat çok
baktığımın farkına varmasın diye, bazen de onun hemen ardındaki ekranda
-ya da yansıda, adı neyse işte- devam eden bir filme uzun uzun baktım ve filmle dalga geçmeye başladım. Mağrur gözükmek istiyordum. Bunları anlatarak
sizi de sıkmak istemiyorum. Pek ilginç olmayan şeyler.
Başkalarına
karşı pek olmasa da, kendime karşı ekonomik olarak sorumlu biri
olduğumdan beri -ki pekçok insan buna ''yetişkin'' diyor - çok mutsuzum.
Yetişkinim artık...Fakat niye hala ızdırap
duyuyorum. İçimde mütemadiyen bir mutsuzluk ve bu statüye, yani yetişkinlik müessesesine isyan hali var.
Belki de içimde biri var, hala bir çocuk var. Bu çocuk büyük gibi hissediyor, büyük gibi davranıyor. Fakat bu bir çocuk! Sıkılıyor, üşeniyor, aşık oluyor, karşılık bulamıyor, kadınlar hamamını merak ediyor... Öhö' öhöm! pardon. Sıkılıyor, üşeniyor, aşık oluyor, karşılık bulamıyor...
Dediğim gibi bira
alacaktım. Cebimde sadece 200'luk bir kağıt vardı. Bankamatikten yeni
çekilmiş, yeni bir 200'luktu bu, gıcır gıcırdı. Sürtünce hışır hışır
eden nefis bir kağıt. Ben onlara bu kağıdı vercektim, onlar da bana
biraları... Bence adil bir ticaret. Şu sıralar havaların sıcak olmasına
rağmen, akşamüzeri olduğundan insanı hafif titreten ama bir o kadar da
tatlı, rahatsızlık vermekten ziyade; insanın içini uyuşturan, hafif bir ayaz
çıkmıştı. Keyifle ellerimi cebime soktum ve cebimdeki 200'lüğe
güvenerek yürüyordum. Ta ki yolumun üzerindeki Şan Düğün Salonu' nun
önüne kadar. Duraksadım. Kapanın önünde telefonlarıyla konuşanlar,
sigara içenler ve birkaç koşuşan çocuk vardı. Çocuklardan biri
dikkatimi çekti, çocuk değildi aslında o; çocuk gibi bir şeydi. O koşmuyordu bilakis yüzünde mağrur bir ifadeyle koşan ''çocuk gibi olan çocuk''lara tiksintiyle bakıyordu.
Gerçekten dikkat çekmeyecek gibi değildi bu takım
elbise giydirilmiş, tombul çocuk. Pembe gömleği, parlak gri
ceketinden daha tatlıydı. Aynı renkli kravatı... Evet, evet! Papyon değil kravat vardı boynunda. Dudağının hemen üstünde siyah bir gölge.. Baya bayaa bıyıkları vardı bunun... Elleriyle kemerini yukarı çekiyordu, sıkılgan bir tavırla... Belki ilk giydiğinde çok hoşuna gitmişti bu kıyafet. Büyümüştü artık, saygı gösterilecekti ona. Dilediğini yapabilecek gibi hissetti, hevesle giydi üzerindekileri. Fakat şimdi sıkılmıştı belki bu ceketten, bu kravattan. Yetişkinlik sandığı gibi rahat değildi... ''Hah!'' dedim, ''İşte! içimdeki şey tam olarak bu!''
Gülümsedim içimdeki çocuğa, öyle kala
kaldım. İçeri geçiyordu içimdeki çocuk... İçeriden davul sesleri, çoşkulu bağırışmalar,
kahkahalar yankılanıyordu. Kapı girişi kırmızı- mavi çeşitli
ışıklarla Çin keranesi gibi ışıklıydı. Yere düşürülmüş bir düğün davetiyesi
gördüm. Üzerindeki isimlere baktım ''Zeynep & Ahmet''. Davetiyeyi yerden aldım. Çok geçmeden ben de içerdeydim. Düğün, zaten devam ettiği için kapıda beni karışılayan birileri olmadı.
Zeynep kim, Ahmet kim; bilmiyorum. Bunu
neden yaptığımı da bilmiyorum ya da nasıl cesaret ettiğimi de. Ama
buradaydım işte; kimin, kimlerin olduğunu bilmediğim bu düğünde...
Heyecanlanmıştım, lakin oldukça şendim de. Şaşılacak bir şekilde iyi
hissediyordum. Fakat şu ikisine, Zeynep'le Ahmet'e baktığımda onların benim ve piste
oynayan akrabaları-yakınları gibi olmadıklarını görüyordum. Düğün
onlarındı fakat onlardan başka herkes eğleniyordu. Bu ikisinin yüzünde
ise ölü bir ifade ile kendileri için hazırlanmış masada
oturuyoruyorlardı. Şaşkındılar belki. Kendi aralarında da pek
konuşmuyorlardı ama. Ahmet, sahnede oynayan ve kendilerini çoşkuyla
selamlayan yakınlarını başıyla geri selamlıyordu yalnızca. Zeynep onu da yapmıyordu, tiksiniyor gibiydi.
İçimdeki çocuğu göremiyordum, Nereye kaybolmuştu ? Devam eden bir düğünün ortasındaydım ve içimdeki çocuğu arıyordum... Varoluşsal arayışlara, psikolojik bir iç hesaplaşmaya sahne olacak bir yer değildi, düğün.. Şendi! İçimdeki sıkıntı kaybolmuştu artık.
Düğünleri
sever miyim? Iıığ... Hayır. Bildiğim kadarıyla ''hayır''dı. Şimdi bir
düğündeydim ve şendim. Aslında utanıp korkuyordum da bu yaptığımdan. Ama
bu beni heyecanlandırmıştı. Bunun dışında düğünle ilgili bildiğim,
duyduğum ve tecrübe ettiğim her şey önemsizdi. Uzun
uzun ''düğün'' betimlemeleri yapmaya çalışabilirim. Lakin ''Halay çok
komik bir şey bence ehehe.. '' temalı bir kompozisyon yazma
düşüncesinde değilim.
Henüz evlenen bir arkadaşım yoktu. Yani yakın
arkadaşlarımdan bahsediyorum. Akrabalarımdan ya da tanıdıklarımdan
evlenen vardı tabii; ama dediğim gibi ya yakın değillerdi ya da
akranım. Gerçi şimdi düşününce benim pek fazla arkadaşım da yok. Bundan
hiçbir zaman, herhangi bir biçimde şikayetçi olmamıştım. Lakin son
günlerde bunu da düşünmüştüm. Neden azlardı? Az oldukları için
buradaydım belki de. Onlar meşgul olmasalardı ya da ben yaşadığım bu
sevimsiz yerde, izole olmasaydım burada olmazdım. Ya da hummaya
tutuldum, ne yaptığımı bilmiyor, düşünmeden hareket ediyorum. Zira
tanımadığınız birilerinin düğününe bu şekilde dışarıdan girmek,
düşündüğümden de tehlikeli olabilir. Bunu, takı töreni için
sıralanan insanlar arasındayken farkediyordum. ''Ya beni takı hırsızı; ya
da daha da kötüsü! Ya gelinin bir tür ''belalısı'' zannederlerse?!
Bin yılın dayağını yemekle kalmam; ayrıca bu yaptığımla şu evlenen iki
insan evladının da düğününü mahvederim ki bunu hiç istemem. Yuva yıkanın yuvası olmaz demişler... Etrafıma ne kadar modern, ne kadar seküler, pozitif bilimlere gönül vermiş biri olarak gözükmek istesem de bu riski göze alamam...'' diye düşündüm. Takı
kuyruğuna nasıl girdiğimi de hatırlayamıyorum; herkes buraya yönelince ben
de içimdeki çocuğu bulmak için kalabalığa yöneldim ve sırada kaldım galiba.
Aslında,
söylemeyi unuttum, benim de bi kere düğünüm oldu. Şaşırdınız mı? Oo,
hayır. Tahmin ettiğiniz gibi değil. Bu düğün sadece benimdi! Ha bi de
abimin...
Evet,
şimdi tahmin ettiğiniz gibi... 1997 yılıydı ve ben sünnet olmuştum.
Düğünleri kadınlar daha çok sever ve ister. Ama bizim toplumumuzda
erkeklerin iki kez düğünü olur... Ve eminim ki; kız çocukları, sünnet olan
oğlanları delice kıskanır... O günle ilgili hafızam pek berrak değil.
Düğünden yalnızca bir gün evvel sünnet olmuştuk, bu sebeple üstümüzde
yalnızca uzunca bir sünnet gömleği vardı. Henüz, tam iyileşmiş değildim
ve bizim için hazırlanan yataktaydım. Tanımadığım insanlar
yanağım yahut alnımdan öpüyor, para takıyolardı oldukça mağrurlardı ve fotoğraflarımız
çekiliyordu. Altın takan da vardı tabii, onlar daha da mağrurdu. Ama altının cazibesi pek yoktu o
yaşlarda benim için. Parayı biliyordum, altınsa pek bir şey ifade etmiyordu benim
için. Sadece sarı küçük tenekeler. Takılan paralar gerçekten benim olcak
zannediyor ve bir an önce paraları harcamak için gecenin bitmesi için
dua ediyordum. Bunun dışında sıkılıp yataktan çıktığım da oluyordu.
Altımda pantolon gibi bir şey, hatta don olmadığı için komik bir görüntü
ortaya çıkmış olacak ki, küçük - büyük herkesin beni görünce güldüğünü
hatırlıyorum. uzun bir gömlek ve altımda sadece sargı bezi...
O geceden sonra takılan paraları
bir daha görmedim. Belki de bundan dolayı düğünleri sevmiyorumdur... Takı sırasıyla ilgili tek anım tek tecrübem buydu. Bu sefer takılan değil, Takan olacaktım. Artık sünnet olmuş küçük bir çocuk değil, büyümüş para takacak bir yetişkindim. Sıra bana geldi. Mağrur bi şekilde elimi cebime attım; yepyeni 200'lüğü takacaktım. Para yoktu... Diğerine attım; onda da yoktu. Ben çifte hiçbi şey takamazken; habersizce uzun kır saçlı, yaşlı fotoğrafçı ''amca'' tarafından fotoğrafımız çekildi. O tarafa baktım; içimdeki çocukla göze geldik, ''Asla büyüme lan...'' dedim.